Birkaç yüzyıllık mazisi var sandığım faytonların meğerse mitolojik dönemlere yaslanan bir hikayesi varmış ve adını da bu hikayeden alırmış… Sonu hüsranla biten bu hikayede, güneş tanrısı ve oğlunun, göğün ve şimşeklerin tanrısının ve üzerinde güneşi taşıyan atlı bir arabanın parmağı varmış…
Yunan mitolojisinde hep tanrıları taşıdıkları bilinen atlı arabalardan biri, güneşi doğduğu dağdan alıp göğe kavuşturur ve batarken de yeryüzüne indirirmiş… Güneşi taşıyan bu atlı arabayı Güneş Tanrısı Helios sürermiş… Helios’dan uzakta yaşayan ve onu henüz tanımayan oğlu Phaeton, bir gün annesinden izin alıp babasının sarayına doğru yola koyulmak istemiş ve ihtişamlı saraya vardığında babası Helios’a gelişinin nedenini “ölümlülere senin oğlun olduğumu kanıtlamama izin ver” diye anlatmış. Bunun üzerine her şeyi yapacağına dair ant içen babasından dilediği şeyse, babasının her gün arkasına güneşi alıp, gökyüzünde sürdüğü ve böylece günü yarattığı atlı arabayı sürmektir. Babası, Zeus’un bile kullanamayacağı bu atlı arabayı “ölümlü” olan oğlunun kullanmasını kabullenemez ve güneşin yolculuğu sırasında karşılaştığı türlü zorlukları, ölüm saçan korkunç yaratıkları, dik yokuşları ve arabasının azgın atlarını anlatarak oğlunu vazgeçirmeye çalışır. Phaeton, imkansızı istemeye devam edince babası bu isteğe boyun eğer ve güneşin atlı arabasını getirir, peşinden de öğütlerini sıralar:
“Kırbacı sımsıkı tut, dizginleri sakın bırakma ve benim daha önceden bıraktığım tekerlek izlerini takip et. Çok hızlı gidersen cenneti, çok yavaş gidersen annenin evi¬ni ve dünyayı yakarsın. Ya şimdi dizginleri al ya da fikrini değiştirerek arabayı bana geri ver”.
Dört bir yanı değerli taşlardan ve altından yapılmış ara¬baya atlayan Phaeton, bu öğütlere rağmen atlara yolculuğu emreder. Bu yabancıdan korkan ve şaha kalkan atlar, sürü¬cülerinin acemi olduğunu hemen anlar ve yokuşu öyle hızla çıkarlar ki, görenlerin bile ödleri kopar. Phaeton dizginleri bırakıverir ve atlar doğu rüzgârını geçerek hızla yeryüzüne inmeye başlar. Arabanın güneşten getirdiği sı¬caklık yüzünden tepeler tutuşur, vadileri ateşler sarar. Irmaklar ya buhar olur ya da kaçacak delik arar. Libya baştanbaşa kavrulur, çöl olur. Habeşistan halkı ise yakıcı güneşten kararır. Bunun üzerine Zeus, eline hemen yıldırımı alıp Phaeton’a doğru fırlatır. Yıldırım Phaeton’a çarpar ve delikanlı arabadan düşüp bir ırmağın sularına gömülür. Phaeton’un ölümü bir ismin doğumudur. Bugün nostalji ile birlikte andığımız faytonlar, böyle bir hikaye ile yolculuğa başlar ve bugünlere kavuşur.
Günümüzde pek çok dilde at arabası anlamına gelen faytonun ilk olarak MÖ 2000–800 yılları arasında, Bronz devrinde üretilmeye başlandığı sanılıyor. Anadolu ile tanışıklığı ise 1700’lü yılları buluyor. Arabalarda koşulan büyükbaş hayvanların yerini bu yıllarda yavaş yavaş atların çektiği faytonlar almaya başlıyor. 1730’da son bulan Lale Devri’ne ise Fransız faytonları damgasını vuruyor. Süslü, 2 ya da 4 kişilik oturma yeri olan ve bir sürücü tarafından kullanılan, iki yanında fener ışıklarıyla hem taşıma ve ulaşım hem de gezinti amacıyla kullanılıyordu. Sultan Abdulmecid zamanında resmi saray arabası olarak kullanılan fayton, Sultan Abdulaziz döneminde ise diğer devlet görevlilerinin de hizmetine sunulmuştur. O dönemlerde halkın kolay kolay ulaşamayacağı lüks bir araç olan fayton, yalnızca İstanbul’un önde gelen ailelerine kiralanıyordu.
19. yüzyıl ile birlikte artan makineleşme, motorlu taşıt teknolojileri ve demiryolu ulaşımındaki ilerlemeler faytonların statüsünü ve ulaşımdaki rolünü iyiden iyiye etkilemeye başlamış ve sayıları giderek azalmıştır. Cumhuriyet dönemi ile birlikte faytonların ülkemizde yayıldığı coğrafya daha da genişleyerek Ankara’ya ve Anadolu içlerine kadar uzanmıştır. Batı etkisinde gelişen bu sürecin aksine, Kars ve yakın civarında ise kırk yıllık Rus hakimiyetinden miras kalan bir faytonculuk kültürü yerleşmiştir. Ancak 20. yy ile birlikte otomobillerin önem kazanması, faytonculuğu geri plana itmiş ve gerek fayton üretim atölyeleri ve içindeki usta-çırak ilişkilerinin, gerekse fayton ve at üzerindeki aksesuarları yapan saraççılık mesleğinin yok olma tehlikesi hala şiddetini koruyor. Günümüzde başta İstanbul’un Adalar ilçesi olmak üzere, İzmir, Antalya, Kütahya, Denizli, Manisa, Amasya, Yalova, Konya illeri faytonculuğun hala ayakta kalmaya çalıştığı yerler arasında ve ülkemizdeki fayton sayısı 500 civarında. Özellikle Adalar’da sayıları 250’nin üzerine çıkan faytonlar ve yarattıkları fayton sevdası, bu geleneğin binlerce insanı birkaç günde kendine çekebilen en önemli coğrafyası. Ancak geçmişteki gibi ne tren garlarının önünde fayton sıraları, ne de şehirlerin belirli kilit noktalarında fayton pazarları var bugün. Eskiden içinde aşkların gezdirildiği, bir yerden başka bir yere gidildiği bir erişim aracı iken, günümüzde turistik gezi aracı işlevi görseler de hala sevilen ve nostalji uyandıran bir cazibesi var faytonların. Geçtiğimiz yıllarda Manisa-Akhisar ve Denizli-Sarayköy’de kurulan fayton fabrikaları ise giderek artan üretim yapılarıyla bu geleneğin hayatta kalması için mücadele veriyorlar. Öyle ki, geçtiğimiz aylarda akülü, CD çalarlı, ABS firen sistemine sahip, hidrolik direksiyonlu ve sinyal lambalı fayton modelleri bile üretilmiş bu fabrikalarda. Ancak bu modeller daha çok dış pazarda müşteri bulduğundan sokaklarımıza henüz yabancılar. Bu iki önemli kuruluş dışında İstanbul’da da hatırı sayılır fayton atölyeleri olsa da, üretimden çok tamir ve bakım işleriyle uğraştıkları biliniyor. Faytonlara ve faytonculuğa son birkaç yılda gözle görülür bir ilginin oluşmasında hiç şüphesiz bu yeni üretim atölyelerinin ve sokaklarda yeniden görülmelerini sağlayan yerel yöneticilerin payı büyük. Ancak içinde bulunduğumuz yüzyılın temel yaşam felsefesinin ekolojik değerleri önceleyen ve yenilenemez enerji tüketiminden kaçınan bir yol izlediği düşünüldüğünde, faytonlara yeniden bakmalı ve sormalıyız: İzlenen bu yolda ilerlemek, otomobillerden çok onların hakkı değil mi diye… Daha insancıl bir erişim için, turist gibi gezmek yerine ve ne kadar mümkünse…
Kaynak: Birgün / Çare Olgun Çalışkan